Geçtiğimiz günlerde İzmir’de ciddi yıkımların olduğu bir deprem yaşadık. Öncelikle depremde yakınlarını kaybedenlere sabır ve başsağlığı, vefat edenlere rahmet diliyoruz. Bu depremde yaşanan süreç ve kayıplarla ilgili değerlendirmeniz nedir?
İzmir depremi Daha önce Marmara Bölgesi’nde yaşanan depremlerden farklı bir deprem değil, şiddeti yüksek bir deprem.
Depremde en önemli hususlardan biri, sizin de alanınız olan inşa edilen binalardır. Demir çelik ürünleri bir binanın iskeletini teşkil eder ve bu iskelet eğer sağlam olmazsa gayet tabi bina depremde meydana gelen dikey ve yatay kuvvetlerden etkilenir ve tahrip olur. Bununla birlikte içindeki insanlar da ne yazık ki hayatını kaybedebilir.
Malumunuz genel olarak binalarımız, özellikle İzmir’de yıkılanlar binalar betonarme binalardır. Bu betonarme dediğimiz malzeme kompozit bir malzemedir. Yani bir tarafta çimentodan oluşmuş katkılarla birlikte beton, diğer tarafta da çelik vardır. Çekik iskeleti teşkil eder ve ikisi birbirine bir şekilde bağlı olmak zorundadır. Bu bağlılık kullanılan çeliğin özelliklerinin ötesinde birtakım fiziki ve geometrik özellikleriyle de ilgilidir. Yanı düz olan demir daha az temas sağlarken nervürlü demir daha çok aderasyon sağlar. O bakımdan nervürlü demir ve yüksek mukavemetli çelik üretimi son derece mühimdir. Benim demir çelik genel müdürü olduğum dönemlerde rahmetli Turgut Özel döneminde gerek Karabük’te gerekse İskenderun’da bu donatı devreye sokuldu ve sonrasında bütün Türkiye’deki özel demir çelik üreticileri de bu şekilde çelikler üretmeye başladı.
Tabi şimdi bu binalarda kullanılan donatıların nasıl bir çelik olduğunu bilmiyorum, inceleme sonucunda ortaya çıkar. Yani düz yuvarlak mıdır yoksa nervürlü müdür, mukavemetleri ne durumdadır; bunların tespitini incelemeler sonrasında yapabiliriz ancak. Dahası, inşaat mühendisliğinde hesaplandığı gibi mukavemet hesaplarında yeterli miktarda inşaat donatısı kullanılmış mıdır, bağlar nasıl yapılmıştır; bunların hepsi fevkalade önem arz eder.
İkincisi zemin meselesi ki bu; zemin mekaniği yapanların, jeologların, jeofizikçilerin, özellikle inşaat mühendisliğinde zemin mekaniğiyle uğraşanların üzerinde durması gereken bir alandır. O bölgenin balçık bir alan olduğu ve dolayısıyla deprem anında çökmeye müsait olduğu benim duyduğum bilgilerde ve okuduğum yazılarda iddia edilmektedir. Tabi buradaki esas hata da temellerin buna göre inşa edilmemesi, gerekli durumlarda kazık çakılmamasıdır. Örneğin, Singapur tamamen denizden kazanılmış bir alanda inşa edilmiş bir yerdir ve deprem bölgesidir. Buna rağmen çok yüksek katlı binalara sahiptir. İlginç olan da şudur; yaşanan depremlerde Singapur’da bizim deneyimlediğimiz gibi yıkımlar meydana gelmez.
Aynı durum benim geçen sene dört ay hocalık yaptığım Tayvan için de geçerlidir. Orada yirmi beşten daha yüksek katlı binalar çelik konstrüksiyon olarak inşa ediliyor. Aslında bu uygulama, genel olarak yapılması gerekendir. Binalar inşaat açısından belli bir kat sayısına kadar betonarme yapılabilir, ancak belli kat sayısından sonra kesinlikle çelik konstrüksiyon kullanılması gerekir.
Çelik konstrüksiyonu da kısaca açmak gerekirse, profillerin birbirlerine bağlanarak kaynak yapmak suretiyle oluşturduğu iskelet sistemdir. Bu şekil binalar betonarme binalara göre hem hafiftir hem de yatay yükleri kolaylıkla adsorbe ederek sallanır ama yıkılmaz. Nitekim bütün medeni ülkelerdeki yüksek binalar belli bir kat sayısından sonra çelik yapıdır.
Biz Türkiye’de KARDEMİR ve İSDEMİR olarak bu tip inşaat demirlerinin üreticisiyiz. Çelik yapılar için uygun profiller de üretiyoruz. Türkiye’nin diğer demir çelik üreticilerinin profil üretmediklerini biliyorum. Bu durum karşısında profillerin kullanılması ve çelik yapılara geçilmesi konusunda ben genel müdürken 1990’da, Ankara’da bir çelik yapı ulusal kongresi düzenledik. Bu kongreye çelik yapı konusunda tecrübeli bütün ülkelerin inşaat mühendisleri, mimarları ve sorumlularını davet ettik. ABD’den, Japonya’dan, Hollanda’dan, Almanya’dan, hatta İran’dan… Ki İran, çelik yapı konusunda Türkiye’ye göre çok daha tecrübelidir. Şah zamanında ABD’den öğrendikleri bu tekniği 1950’li yıllarda halen kullanmaya devam etmektedirler. Hatta orada birkaç katlı yapılar bile çelik yapıdan yapılmıştır.
O kongreye Özal’ın danışmanlarından da olduğum için hükümetin ileri gelenlerinden isimler de gelmişti. Bayındırlık Bakanı da buna dahil. Bu kişiler bütün kongreyi dinlediler ama maalesef bu konuda hiçbir ilerleme kaydedilmedi. Çelik yapı Türkiye’de gelişmedi. Hatta özellikle inşaat mühendisliği alanında güçlü ve tarihi geleneğe sahip iki üniversite İTÜ ve ODTÜ’nün inşaat fakültelerinin özellikle çelik yapı bölümündeki hocaları, bir çelik yapı derneği kurarak çelik yapının yaygınlaşması için teşebbüste bulundular. Ama maalesef bugüne kadar bir sonuç ortaya çıkmamıştır. Kendileri de bundan çok üzgündür. Hatta öğrendiğim kadarıyla ODTÜ inşaat fakültesinde çelik yapı konusunda ders verecek hoca da kalmamış. Yani biz orada sınıfta kalmış vaziyetteyiz.
2000 senesinde KARDEMİR özelleştirildiğinde yönetim kurulu başkanıydım. O dönem aynı toplantıyı, çelik yapının Türkiye’de yaygınlaşması ve kullanılması amacıyla Karabük’te bir daha düzenledik. Bir de baktık bütün ülkelerden mühendisler, mimarlar geldi. Böylece yeniden bir çalışma ortaya çıktı. Bakın üzerinden yirmi sene geçti, hala sonuç yok. Yani buradan şunu söylemek istiyorum, çelik yapı konusunda -1990’daki sayıları söyleyeceğim ama- İran’ın bir yılda kullandığı profil miktarı aşağı yukarı 1 milyon 200 bin tondu. Türkiye’nin 50bin ton bile değildi. Buradan anlayın ki biz çelik konstrüksiyonu yalnızca fabrika yapımlarında, spor tesislerinde vs. değerlendiriyoruz. Bunun dışında maalesef çok zayıf durumdayız. Hatta bizim yaptığımız çelik yapıların hesapları, kitapları ve malzemeleri maalesef yurtdışından gelmektedir. Bu da utanç verici bir durum. Bunun çoktan değişmiş olması gerekiyordu.
Son 30 yılı da ön planda tutarak soruyorum; Türkiye’de neden çelik yapılar konusunda dişe dokunur bir gelişme kaydedemiyoruz?
Bunun esas sebebi üç lobinin faaliyetidir. Bu lobilerden biri beton lobisidir. Her şeyi betonla yapmak isteyen, hazır yapı elemanlarını kullanarak çelik yapının karşısında duran beton lobisi. Çimento lobisi yani.
Diğer bir lobi ise çubuk demir lobisidir. Çünkü Türkiye’deki özel sektör çelik üreticilerinin ürettiği çeliklerin hepsi çubuk demirdir. Ne profil yaparlar ne de benzeri şekilde sac yaparlar.
Üçüncü bir lobi daha var, o da müteahhit lobisidir. Bu müteahhit lobisi bu konuda bir güce sahiptirler ve bunu hükümet üzerinde etkili bir şekilde kullanırlar. O yüzden Bayındırlık Bakanlığı, bu saydığım kuralları bir türlü getirecek cesareti ve davranışı gösterememiştir.
Ben bunu şuna benzetiyorum. Türkiye’de Atatürk zamanında demiryolları politikası çok ciddi bir şekilde geliştirilmiştir. Türkiye 1923-1938 yılları arasında 3200 km civarında demiryolu döşemiştir. Bunu 15 seneye taksim ederseniz aşağı yukarı yılda 200 küsur km demiryolu yapmışlar. Ve bu demiryolları; ayağı çarıklı, elinde hava tabancası olan insanlar tarafından yapılmıştır. Hala bunların yaptığı yolu kullanmaktayız. Bunu da belirtmiş olayım. Osmanlı devletinden devralınan demir yolu da 4000 km civarındadır. Bu ikisini toplarsanız 7000-7500 km gibi bir rakam elde ederiz. Ondan sonraki süreçte Türkiye’nin 80 senede yaptığı demiryolu 2000 km’yi geçmez. Bunu da yıllara bölersek en fazla 25 km. gibi bir sayıyla karşı karşıya kalıyoruz.
Bugün bizim elimizde bir sürü makina var. Dağları delen birtakım makinalardan tutun da hızlı yapı döşeyen sistemlere kadar. Mesela zamanında Tansu Çiller’in kapatmaya kalktığı KARDEMİR’de modernize ettiğimiz sistemle yılda 500 000 ton kapasitede aşağı yukarı 72 metre boyunda raylar yapan bir tesise sahibiz. Şimdi Türkiye olarak bunu düşünmemiz, tartmamız lazım.
Bakın, en ucuz taşıma deniz taşımasıdır. İkinci sırada demiryolu gelir. Ondan sonra karayolu ve en pahalısı havayoludur. Buna rağmen Türkiye karayollarına yönelmiştir. Bunun arkasında da demir yollarını bloke eden anlayış; otomotiv sanayi lobisi, ithalatçı lastik lobisi ve petrol satmaya çalışan lobi vardır. Maalesef şimdiye kadar bu lobiler başarılı olmuşlardır.
Bugün Türkiye’nin başka çaresi kalmadığı ve duvara kafasını vurduğu için aklı başına gelerek, demiryollarına gereken önemi vermeye başlamıştır. Türkiye’nin enerji faturası öyle kabarmıştır ki şu anda petrolün, doğalgazın neredeyse tümünü ithal etmekteyiz. Taş kömürünün dahi neredeyse tümünü ithal eder durumdayız, maalesef Zonguldak’ın üretimi ihtiyacı karşılamaya yetmez. Fosil enerji kaynaklarının neredeyse tümünü ithal eden bir Türkiye var elimizde. Enerji kaynaklarından yüzde 75’i ithal edilen odunu hariç tutuyorum.
Türkiye bugün varili 40 dolar olan petrole aşağı yukarı 50-60 milyar dolar enerji faturası öder. Türkiye’nin ihracatı da 150 milyar dolardır. Yani bunun büyük bir kısmı neredeyse enerjiye giderken petrol fiyatları 40 dolardan 150 dolara çıkarsa -ki çıkmıştır, önümüzdeki süreçte tekrar çıkabilir de- bizim faturamız dörde katlanır. Bu durumda Türkiye’nin ihracatı enerji faturasını karşılayamaz. Nihayetinde en az enerjiyi tüketen hammadde nakliyesinde demiryolunu seçmek gereklidir. Benzer olarak şehirlerde de metro ulaşımına öncelik verilmesi lazımdır.
Türkiye’deki bu değişimle görüyoruz ki bu lobilerin faaliyeti ülkemizin gerçekleri ve sıkıntısı karşısında yenik düşmüştür. Bu olumlu anlayış hala hakim değildir ama sonuçta demiryollarının hem şehir içindeki hem de şehirler arasındaki ulaşımda önemli olduğu anlaşılmıştır.
Deprem konusunda da aynı durumla karşı karşıyayız. Depremde insanlarımızı, binalarımızı kaybetmeye devam ediyoruz. İstanbul önceliğinde tüm büyükşehirlerimize bakın; devasa boyutlu, yüksek katlı binaların neredeyse hepsi betonarmedir. Şiddetli bir deprem olması halinde bunların oyun kartları gibi devrileceğini düşünmek ve hesap etmek herhalde bir mucize bakışı veya peygamberlik alameti değildir.
Dünyanın her yerinde çelik yapılar konusu böyledir. Bunu az önce bahsettiğimiz usullerle yapmayanlar da büyük bir hata içerisinde yollarına devam etmektedirler.
Türkiye’de betonarme yapılar için belirlenen bir üst sınır yok mudur? Varsa da uygulamada mı tavizler verilmektedir? Ülkemizdeki bu çelik yapı krizinin yasal kaynağı nedir?
Türkiye’de böyle bir uygulama yok. Hepsi betonarme ve hazır elemanlardan yapılmaktadır. En fazla çatısını çelik konstrüksiyon yapıyorlar. Çatıyı yapsanız ne olur yapmasanız ne olur.
Dolayısıyla bu bir sektördür. Bu sektörde sadece profil değil, levhaların da önemli bir yeri var. ERDEMİR ve İSDEMİR bu tip inşaat levhalarını da üretmektedir. Ancak bu üretim için planlı bir sanayi kurulması ve doğru bir şekilde uygulanabilmesi için üniversitelerde inşaat mühendisi ve mimarlara betonarme gibi köklü bir çelik yapılar eğitiminin verilmesi lazım. Sahada uygulaması için ustaların da ayrıca eğitime tabii tutulması lazım.
KARDEMİR’in çelik yapı konusunda oldukça büyük tecrübesi var. Örneğin; Marmara Depremi’nden sonra biz KARDEMİR olarak TEK’e ait 2-3 katlı, iskeleti çelik konstrüksiyon olan lojmanlar yaptık. 3 ay içerisinde teslim ettik ve bu binalar şu anda hala oradalar. Bu sürede betonarme binaları bitiremezsiniz.
Başka bir örnek; Bilkent’te rahmetli Doğramacı’nın gayretleriyle bir lise binası tamamen çelik yapı olarak yapılmıştı. Bu çelik yapı 3 ay içerisinde bitmiştir. Haziran’da tatile girilmiş Eylül Ayı’nda lise açılmıştır.
Yine benim şu anda emekli olduğum Hacettepe Üniversitesi’nde öğrenci lojmanları çelik yapı olarak yapılmıştır. Bakınız bu girişimleri söylüyorum sizlere. Bu örnekler 25 katlı da değildir bu arada.
Temizel’in Maliye Bakanı olduğu dönemde Muğla’daki defterdarlık binasını biz çelik yapı olarak yaptık. Ve şunu da söyleyelim ki maliyetler betonarme binalardan daha fazla olmamıştır. Demek ki burada bir cehalet söz konusudur. Doğruya direnmek, cehalet ve menfaat. Aynen karayolları-demiryolları meselesinde olduğu gibi. Bu meselenin değişmesi için siyasi iradenin söz konusu hususta uyanması ve doğru dürüst tedbirler alması lazımdır. İzmir’deki deprem bunun bir işareti ama ondan yirmi sene önceki Marmara Depremi daha büyük bir işaretti. Daha büyük insan kayıplarına uğradık. Buna rağmen özellikle İstanbul’da Marmara Depremi’nden sonra yapılan betonarme devasa yapılar bununla alay ettiğimizi gösteriyor. Bunu ciddiye almadığımızı gösteriyor. Sorumsuzluğumuzun apaçık ifadesi bunlar. Utanç verici bir durumla karşı karşıyayız Aykutalp Bey.
ODTÜ’de çelik yapıları öğretecek hocaların kalmaması, ülke olarak bu konuya ilgisiz olduğumuz içindir. Bu da düşünmeye değer bir husustur. Kendimize gelerek bilimin gösterdiği istikamette gerekeni yapalım. Yatay yükleri alan yüksek katlı çelik binaları yapacağımız yerde hala bu anlattığımız lobilerin etkisiyle yolumuza devam etmekteyiz. Halk ne yapsın? Millet bunları bilmediğine göre bu işi aydınların yürütmesi gerekmiyor mu? Her şeyden önce mühendislerin burada öncülük etmesi gerekmiyor mu? Neredeler bunlar? Onun için sizin yapmış olduğunuz bu girişim, eğer böyle bir şeye ışık tutar ve bunun yolunu açarsa Türkiye’ye yapılmış olan en büyük hizmetlerden olur.
Depreme karşı tedbir anlamında uygulamalarıyla örnek yaratan bir ülke veya herhangi bir model var mı sizce?
Az önce de belirttiğim gibi geçmişte Tayvan’ın mülkiyesinde, yani oranın siyasetçilerini diplomatlarını ve bürokratlarını yetiştiren Ulusal Chengchi Üniversitesi’nde dört ay ders verdim. Bu süreçte Tayvan’ın teknolojik alanda yapmış olduğu çalışmaları da yerinde inceledim ve bu çalışmalarla bağlar kurdum. Özellikle sağlık bilimleri alanında; nanotıp, kök hücre, genetik, medikal araç ve gereçlerin yapımı konusunda oranın sağlık bakanıyla görüştüm. Kendilerinin desteğini alarak Türkiye’de de böyle bir sağlık araştırmaları merkezinin kurulması için teşebbüste bulundum. Şu an hala oradaki iş birliğimiz devam etmektedir.
Bununla beraber oranın deprem konusunda da bir merkez olduğunu gördüm. Bilim ve Teknoloji Bakanı’nın da desteğiyle oradaki, on sene önce başlamış olan bir çalışmanın detaylarını öğrendim. Yüz altmış civarında multidisipliner mühendis; yani yer bilimciden yapay zekacıya, malzeme mühendisinden inşaat mühendisine kadar hepsinin içinde yer aldığı devlet idaresinde bir grubun yapmış olduğu çalışmalar sonucunda ulaştıkları sonucu söylüyorum size. Tayvan yüzölçümü olarak bizim Konya kadar ya da Hollanda kadar bir yer. Milli geliri Türkiye kadar. Nüfusu 22 milyon civarında ve ihracatı bir senede 340 milyar dolar. İthalatı 260 milyar dolar. Yani artıda, döviz sıkıntısı yok. İhracatının içerisindeki yüksek teknoloji ürünlerinin payı da %40. Bizimki %2’dir.
Tayvan bu yaptığı çalışma sonucunda depremi kesin olarak 10 ila 20 saniye önceden biliyor. Dolayısıyla bütün elektrik hatları, kritik hızlı trenler ve gaz hatları anında kesiliyor. Cep telefonlarına mesaj gidiyor ve sirenler çalıyor. Bütün bu işlemler birbirine bağlanmış şekilde işliyor.
İkincisi, depremin nerede olacağını 1 haftayla 3 hafta arasındaki bir süre içerisinde bilebiliyorlar. Dolayısıyla tedbir almak mümkün olabiliyor.
Üçüncüsü, depremin en fazla yaşandığı üç büyük şehrinin bütün binalarında yapay zekayla tüm kolonlarını ve kirişlerini içerisine alan bir sistem kurmuşlar. Her şeyi takip ediyorlar.
Dördüncüsü, buna dayalı olarak inşaat malzemeleri ve teknikleri geliştirmişler. Hala geliştiriyorlar ve bunu uyguluyorlar. Binalarda belli bir kattan sonra kesinlikle çelik yapılardan bahsediyoruz. Onun dışında bunu eğitim yoluyla ilkokullardan üniversiteye kadar her öğrenciye öğretiyorlar. Halk eğitimi yapıyorlar ve bu şekilde toplumu bilinçlendiriyorlar.
Tayvan bu sistemi nasıl kurmuş? Anlattığınız tedbirler için sosyal müdahalelerin yetersiz kalacağı görülüyor. Bu sistemin fiziki aygıtları var mı? Varsa bu açıdan nasıl bir uygulama geliştirmişler?
Faylar üzerinde kritik noktalarda istasyonlar kurmuşlar. Bu istasyonlar yerin 30 km altındaki radon gazı emisyonlarını ve buna benzer başka değerleri ölçüyor.
İkincisi, uzaya bir uydu sistemi atmışlar. Bu uydu sistemi birtakım sinyaller gönderiyor zemine. Zeminden geri dönen sinyalleri de uydu sisteme iletiyor. Bu veriyi değerlendiriyorlar. Yani uzay merkezi çalışmaları da bu işin içerisinde diyebiliriz.
Üçüncüsü, başka ülkelerin uydularından da sivil amaçlı 1 cm hassasiyetinde yer fotoğrafları satın alıyorlar. Bütün bu bilgilerin birleşimi sonucunda anlattığım sonuçlara varmış oluyorlar.
Peki bu başarılı çalışmanın teknik detaylarını veya uygulamasını başka ülkelerle de paylaşıyorlar mı?
Bu konuda Teknoloji ve Bilim Bakanı’nın verdiği cevap şu, “biz bu sistemi çoğu ülkelerde de kuruyoruz. Hindistan, Endonezya, Yeni Zelanda.” Geçen senenin Haziran Ayı’ndaki bilgi bu. Bana bu bilgi 2019 Aralık’ta verildi.
Sonra ben de “dördüncüsü de biz olalım” dedim. “Gayet tabi” dediler ve ben bu işi Türkiye’ye döner dönmez Ocak Ayı’nda, daha pandemi başlangıcında, Tübitak Başkanı ve aynı zamanda meslektaşım olan Hasan Mandal ile paylaştım. Elazığ Depremi olmuştu tam o sıralarda. O da bu ilgileri aldı, ancak “biz nasıl yapacağız bu işi? Bu konuda tutucu olan birtakım hocalarımız var” dedi. Benim yer bilimcilere saygım çoktur, onları hiçbir şekilde suçlamıyorum. Fakat onların şu anki bilgi kaynaklarına dayanarak yapabilecekleri tek şey; fayların yerini saptamak ve ne zaman parçalanacağını muhtemel tespit etmek. Şu anlattığım hassasiyette bilgileri ortaya koyabilecek kaynaklara sahip değiller.
Biz Tayvan’daki bu bilgileri kendi çalışmalarımıza sokarsak en azından insan hayatlarını kurtarmış oluruz. Bu sisteme sahip olsaydık İzmir’de herhalde bu kadar insanımızı kaybetmezdik. Aynı şey ekonomimizin neredeyse %40’ını barındıran İstanbul için de geçerli.Yine böyle bir deprem olduğu zaman ne olacak? Türkiye ekonomisi de büyük bir darbe almış olacak. Yani masraflardan kaçıp insanlarımızın hayatlarını riske atarken sorumluların bunu da göz önünde bulundurması gerekir. Sonuçta deprem durumunda daha büyük ekonomik sorunlarla karşı karşıya kalacağız. Böyle bir durum da bekliyoruz.
Bu uygulamalar için gayet tabi siyasi iradeye ihtiyaç var. İstanbul Belediyesi’nin ilgili genel müdürlerinden birisiyle görüştüğümde “hocam bu yatırım için ne kadar bütçe gerekir” dedi. “Beyefendi; bu, para meselesi değil, insan hayatı meselesi” diye yanıtladım. Gerekirse siyasi irade belediyeyi aşar. En üst düzeyde ilgili kararın verilmesi lazım. Çünkü birçok bakanlığın bu işe dahil edilmesi, konuyla ilgili bir merkezin olması gerekir. Tayvan bu konuda iş birliğine hazır olduğunu belirtti. Peki biz ne yapıyoruz? Maalesef hiçbir şey.
Bu anlattıklarınız mühendis ve mimarlarımızla birlikte Teknisite’ye de deprem konusunda bir yol haritası çizmiş oldu. Peki Tayvan’da alınan önlemlerle ilgili, yapılan uygulama zinciri depreme karşı can ve mal kaybını sıfıra indirmiş durumda mı? Tayvan bu sistemle kendi bölgesinde yaşanacak tüm depremlerin etkilerini adsorbe edebilecek kuvvette mi?
Elbette. Bu çok önemli bir husus. Bizim ders almamız gereken şey de bu. Depremin tüm etkilerine karşı, sahip olduğumuz bilimsel veriler ışığında tüm tedbirleri uygulamış durumdalar. Belki biz de hiç olmazsa en çok depremden etkileneceğini düşündüğümüz şehirlerimizde yapmalıyız bu sistemi. Tabi sonrasında tüm Türkiye’ye yaygınlaştırma gayesiyle.
Bu sistemin, var olan bölgenin yerel zemin özelliklerine göre öznel üretimi ve yerleştirilmesi yapılıyor mu? Nitekim farklı ülkelerde de denenmiş. Oralarda başarılı olmuş mu?
Başarılı olmuş ve dahası başka ülkelere de bu bilgiler ışığında bu sistemi kurmaya çalışıyorlar. Endonezya ve Yeni Zelanda da şu an bu sistemi uyguluyor. Bunların kimi gelişmiş kimi gelişmekte olan ülkeler. Gördüğünüz gibi, Hindistan devasa bir ekonomi olmasına rağmen Tayvan’a karşı bir büyüklük küçüklük meselesi yaratmadan böyle bir işbirliği yapması düşünmeye değer. Endonezya gelişmekte olan, Yeni Zelanda ise gelişmiş bir ülke ama küçük olduğu halde depremden de çok etkilenen bir ülke. Bu örneği özellikle verdim, çünkü özellikle bu ülkelere de bu sistemi kuruyorlar. Sistemi kuran bir diğer ülke de neden biz olmayalım? Tayvan tarafından da kabul görmüşüz üstelik. Genç ve bu konuda doktora yapmış kişileri oraya gönderip ekiple beraber çalıştırarak, onların yetişmesini sağlasak ve geri geldiklerinde Türkiye’de böyle bir merkez kursak, oldukça sağlıklı bir adım atmış oluruz. O genç elemanlara ülkemizde de bu yeri ve imkanı sağlamamız lazım. Çünkü eğer belli yaşa gelmiş olanlar bu konuda o esnekliği gösteremiyorlarsa o zaman gençlerle bunu yapmak gerekir.
Düşünüyor ve planlıyoruz. Yapmaya çalışıyoruz. Bu konuyu geçiştiriyorlar, ancak bizim buna zamanımız yok. Çünkü sağlık ne kadar önemliyse, depreme karşı ön alma da o kadar önemli. Bu işe hemen başlamak lazım. Geç bile kaldık bence.
Türkiye’de deprem konusunun gerektiği kadar ciddiye alınmadığını görüyoruz. Deprem yönetmeliğinin bile bina yönetmeliği ile özdeşleşmesi epey zaman aldı. Elimizdeki imkanlar doğrultusunda ve maalesef devletimizin yavaş adım atmasını da göz önünde bulundurarak bu soruyu soracağım. 2018’de son deprem yönetmeliğimiz çıktı biliyorsunuz ki. Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği. Bu yönetmeliğe göre var olan yapılarımızda bir güçlendirme veya herhangi bir revizyon çalışması yapıldı mı veya yapılabilir mi?
Yönetmelikleri ve kanunları istediğiniz kadar hazırlayın. Bunu uygulamadığınız sürece hiçbir anlamı yok. Tabi bir de kimlerle uyguladığınıza baktığınızda neticeyi söylemek mümkün. Sanırım Aydın’dan bir yer bilimci hocamız deprem hususu için “fakirlik ve para meselesidir” dedi. “Fakir olanlar depremde ölür” dedi. Benim düşüncem biraz daha farklı. Ben bunun para meselesi olmasından ziyade, siyasi bir irade meselesi olduğunu düşünmekteyim. Atatürk Dönemi 1923-1938 arası, biraz önce verdiğim demiryolları örneğinde olduğu gibi kalkınmada da örnektir. Kalkınma hareketindeki GSMH artış hızı %8,3’tür. 15 sene üst üste olan hızların ortalamasını söylüyorum. Sanayileşme hızı %10,5’tir. Her sene %10,5 sanayileşme hızı artmıştır. Türkiye şayet 82 yıl boyunca 8,3 ile büyüseydi nerede olurdu diye hesapladığımda aldığım sonucu söyleyeyim size, dünyanın 5. Büyük ekonomisine sahip Britanya seviyesinde olurdu. Olduk mu? Hayır, 19. sıradayız. 3 trilyon dolarlık bir milli gelirimiz olacaktı, şu anda 750 milyar dolardayız. Atatürk’ten sonra bir daha hiçbir zaman bu hızla büyümedi Türkiye. Demek ki Atatürk dönemindeki atılım yapma ruhumuzu kaybetmişiz. O ruh kalmamış. Bunu tekrar canlandırmamız gerekiyor. Mesele para meselesi değil. Mesele siyasi irade meselesi. Ve yapmak için atılım yapma meselesi. Ancak bunu yaparken başta Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenlerin bu bilinç içinde olması lazım. Başka türlü olmaz. İstediğiniz kadar yönetmelik çıkarın, kanun yapın.
Nervürlü demirlerle ilgili konuşmuştuk, o alanda bir soru soracağım. Nervürsüz demirlerin inşaatta kullanılmasının yasak olduğunu biliyoruz. Betonarme yapıları kastediyorum. Ama birçok demir çelik fabrikamızda nervürsüz demirin üretimi yurtdışına ihraç etmek amacıyla devam ediyor. Ancak biz bunları inşaat mühendisleri olarak piyasada görmeye devam ediyoruz hala. “Fabrika atığı” veya “fabrikalar yanlış göndermiş” gibi bahanelerin arkasına saklanarak hala yapılarda kullanıldığını görüyoruz. Sizce nervürsüz demirin Türkiye’de üretiminin durdurulması gerekmiyor mu? Her açıdan zararlı bir demir çünkü. Eğer durduramıyorsak sahadaki uygulamasına karşı nasıl bir önlem alabiliriz?
Bunun olmaması lazım elbette. Nervürsüz demir kullanıldığı yerler olabilir, bahçe çitleri gibi. Ama bu gibi özel kullanımları çıkardığımızda, inşaatlarımızın donatısı olarak bu demiri kullanmak tamamen bir cinayettir.
Bununla birlikte şunu da söyleyeyim ki bazı yerlerde bazı kişiler hurdayı kesip merdaneden geçirerek ergitmeden demir de yaparlar. Biliyorsunuz ki demir hurdadan geldiği zaman yorulmuştur. Her malzeme de yorulur. Bu yüzden onu ergitip temiz hale getirdikten sonra büküp öyle şekillendirmek gerekir. Hurdayı merdaneden geçirip demir haline getirdiğinizde isterseniz nervürlü demir yapın, bir işe yaramaz. Çünkü mukavemeti hiçbir zaman olması gereken mukavemet değerinde değildir. Bir kere bunu önlemek lazım. Demek ki sizin sürekli denetim yapmanız lazım. Bu denetimi de Sanayi Bakanlığı’nın yapması lazım. Yani bu denetim mekanizması fevkalade önemli. Denetleme en önemli şeydir. Almanların bir tabiri vardır, “itimat kontrole mani değildir” derler. Daima kontrol etmek lazım. Bunu yapanlar da teknik elemanlar olmalı.
İnşaat donatılarında hurda, nervürsüz demir gibi sorunların yanında bir de neredeyse tamamen görmezden geldiğimiz radyoaktivite meselesi var. Çelik çubuğumuzdaki radyoaktivitenin kaynağı ve önlemi konusunda sizin düşünceleriniz nedir?
En az hurdadan demir yapmak kadar tehlikelidir bu konu da. Amerika Irak’ı seyir füzelerine tabi tutarak taarruz ettiklerinde bölgeye 260 bin adet seyir füzesi fırlattılar. Bu seyir füzeleri Irak’ta birçok toprağa, çeliğe, tanklara sirayet etti ve onları radyoaktif olarak kirletti. Sonuç olarak elde radyoaktif olarak kirli hurda var. Radyoaktif açıdan kirli çelik hurdayı şayet kullanır ve bundan çelik yaparsanız, ergittiğiniz zaman bile radyoaktivite kaybolmaz. Yüzlerce sene devam eder. Siz çeliğin içine bunu sorumsuzca katarak inşaat demiri yapar ve binalarda kullanırsanız binada oturan herkes radyasyona tabi olur ve kansere uğrar. Bunun sorumlusu kimdir? Bu ucuz hurdayı kullanan. Şimdi Irak’taki bu hurdaların hepsi radyoaktif olarak kirlenmiş hurdalar.
Türkiye’de ark ocaklı olarak çalışan tesisler radyoaktiviteyle kirlenmiş olan hurdaları alıp kullandılar mı kullanmadılar mı; bunu düşünmek lazım. Peki ilerlemiş ülkeler buna karşı nasıl tedbir alıyorlar? İlerlemiş ülkelere zaten radyoaktif olarak kirlenmiş hurdayı sokamazsınız. Örneğin gemiyle geldi diyelim hurda, gemiden hurdayı alan vince Geiger Cihazı koymuşlar. Geiger Cihazı hurdayı alırken işaret veriyor, “buradaki radyoaktivite oranı şudur” diye. O zaman diyorlar ki “bunu al götür, biz bu hurdayı almıyoruz.” Farz edelim ki o engeli aştınız, tırlara yüklediniz ve çelik fabrikasına gidiyorsunuz. Çelik fabrikasının kapısına Geiger Cihazları konmuş. Almanya’da da Danimarka’da da var bu uygulama. Cihaz radyoaktiviteyi tespit edince hurdanın fabrikaya girişi engelleniyor. O engeli de aştığınızı farz edelim, hurda sahasına konan hurda alınıp ocağa konulurken kullanılan vincin üzerinde de Geiger Cihazı var. O da gösteriyor aynı şekilde radyoaktivite olup olmadığını. Peki soruyorum size, Türkiye’ye gemi yoluyla veya başka türlü gelen hurdaları biz bu şekilde kontrol ediyor muyuz? Ocağa atarken ölçümden geçiriyor muyuz? Hepsine hayır. O zaman bu sorumlu bir davranış mıdır? Almanların bir sözü daha vardır, “şeytan detayda yatar” derler. Bizde de “eski köye yeni adet mi getiriyorsun” diyecektir pek çok kişi. Gayet tabi rahatının bozulmasını kimse istemez. Daha çok kar etmeyi ister, radyoaktif açıdan kirli hurdayı diğer hurdalara göre çok daha ucuza aldığı zaman memnuniyet duyar ve ocağına da atar. Ama bu sorumsuz bir davranıştır. İnsanlığa karşı da suçtur. Tıpkı hurda demiri ergitmeden geçirmek ve yeniden piyasaya sürmek gibi bunu yapmak da suçtur. Böyle yol alamayız. Siz inşaat mühendisi olarak gelip her bir demirin mukavemetini ölçemezsiniz. Demiri gördüğünüz zaman “tamamdır” dersiniz. Ne oldu o zaman? Mukavemeti neden test etmiyorsunuz? Sorunca bahçe çiti olarak imal edildiğini söyleyenlere soruyorum, Türkiye’de o kadar bahçe çiti mi var Allah aşkına? Bunun bir insanı öldürmekten, yaralamaktan, hırsızlık yapmaktan hiçbir farkı yoktur. Aynı suçtur ceza hukuku açısından. Bu insanlık suçunun çok ağır bir şekilde cezalandırılması gerekir.
Son bir sorum olacak. Demir çeliğin şu anki yerli üretimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Hem ithalat hem ihracat yaptığımız bir ürün çünkü. Çin’in Türkiye’de demir çelik üretimiyle ilgili bir girişimi var. Siz daha yakından ve detaylı biliyorsunuz tabii. O konudaki görüşlerinizi de alabilir miyiz?
Ben Türkiye’de demir çelik üretiminin arttırılması için askeri dönemde Özal tarafından Almanya’dan getirildim. Çünkü alanım buydu ve Almanya’da bu işi yapan uzmanlardan birisiydim. Dolayısıyla Türkiye’nin demir çelik sanayiini bir yere taşıma konusunda hem hükümete on sene süreyle askeri dönemden 1992’ye kadar devlet planlama teşkilatında müsteşar başdanışmanlığı yaptım hem de Türkiye Demir Çelik İşletmeleri Genel Müdürü ve Yönetim Kurulu Başkanlığı görevlerini yürüttüm. Aynı şekilde ERDEMİR ve Asil Çelik Yönetim Kurulu Başkan Vekilliği yaptım. Yani hem planlama hem de uygulama içerisinde on iki sene bu işi yürüttüm. Türkiye’nin 1980’de, bu işi devraldığımız dönemde çelik üretimi 2,4 milyon tondu ve Türkiye Bulgaristan’ın altında dünyada 34. sıradaydı. 1992’de ayrıldığımda kaynaklarımızı kullanarak bu sayıyı KARDEMİR, İSDEMİR, ERDEMİR ve Asil Çelik’i hem modernize ettik hem de özel sektörü desteklemek suretiyle 12 milyon tona çıkarmıştık. Yani dünyada 18. sıraya gelmiştik. Planımız 2010’da Almanya’yı yakalamaktı. Şu anda Türkiye çelik üretiminde hemen Almanya’nın arkasında bulunmaktadır. Dünyada Çin önce gelir. Sonra sıralama Japonya, Hindistan, Amerika, Almanya, Güney Kore, Rusya ve Türkiye şeklinde devam eder. Türkiye’yi bu hale getirmeyi başardık.
Fakat maalesef burada çok büyük hatalar oldu. Bu hataların başında gelen husus, Türkiye’nin çelik üretiminin %70’inin hurdadan (ark ocaklarıyla) olması, yalnızca %30’unun cevher ve kömürden üretim yapan entegre demir çelik fabrikaları olmasıdır. Ki bunlar KARDEMİR, ERDEMİR ve İSDEMİR’dir. Bizim cevherden ve kömürden üretim yapan başka bir tesisimiz yoktur. Diğerlerinin hepsi ark ocaklı tesislerdir ve onlar hurdayla çalışırlar. Gelişmiş ülkelerde tam tersidir. Çelik; %70 cevher ve kömürden yapılır, %30 hurdadan yapılır. Dolayısıyla Türkiye dünyanın hurda toplayıcısıdır. Bütün dünyanın en büyük hurda alıcısı Türkiye’dir. Türkiye yeterince hurda -gelişmiş olmadığı için- üretmemektedir. Belki bizim yaptığımız yanlış budur.
Türkiye’nin üretim bazında baktığımızda inşaatta kullanılan malzemeler açısından uzun ürüne göre yassı ürün miktarı Türkiye’de çok azdır. Bir tek Ereğli ve İskenderun kısmen üretmektedir ve özel sektör de Rusya’dan getirdiği bazı yarı mamulleri burada hazır hale getirip üretmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin yassı demir üretimi yeterli miktarda değildir. Aşağı yukarı 34 milyon tonluk üretiminin yalnızca 10 milyon tonu yassı üründür. Halbuki en azından 20 milyon ton olmalıydı bu sayı. Şu anda Türkiye 10 milyon ton, yani ürettiğimiz yassı demir kadar bir miktarı ithal etmektedir.
Türkiye bir de büyük miktarda sac ithal ediyor dışarıdan. Dolayısıyla Türkiye’nin sac üreten en azından iki, hatta geleceği düşünürsek 3 tane daha ERDEMİR gibi tesise ihtiyacı vardır. Ben bu hesapları zaten yapmıştım. Bu tesislerin kurulabileceği illeri de söyleyeyim, biri İzmir olmalıdır. Çünkü İzmir bu iş için önemli bir merkezdir. Sanayi merkezidir. Orada tersaneler, bu sacı kullanacak sanayiler sayesinde (otomotiv sanayisi gibi), gelişebilir. İkincisi Mersin olmalıdır. Gemi inşaatı ve Akdeniz ile olan bağı açısından önemli bir yerdir. Üçüncüsü de Marmara Bölgesinde bir yer olmalıdır. Mesela Bandırma veya Trakya’da Ereğli olabilir. Nihayetinde 5 milyon tonluk kapasiteye sahip üç tane (ikisi acilen biri gelecekte) tesise ihtiyacı vardır. Böyle bir tesisin yapım değeri aşağı yukarı 10 milyar dolardır. Bu sayılar neticesinde, demek ki İzmir’de Çin ile ortak olarak bunu yapmamız iyi olur.
Ürün gamı yassı ürün olmalıdır. Türkiye’nin ihtiyacı şu anda budur. Bu fabrikalarda Çin’in hem sermayesi hem teknolojisi değerlendirilebilir. Çünkü Çin dünyada bir numaralı çelik üreticisidir. Şu anda Çin’in ürettiği çelik miktarı 900 milyon tondur. Dünya çeliğinin neredeyse %50’si Çin’de üretilmektedir. Amerika’nınsa bunun onda biri kadardır. Almanya’nın üretimi 40 milyon tondur. Hindistan’ın 110 milyon tondur. Japonya’nın 90 milyon ton civarındadır. Çin ile bu ortaklığın yapılması çok akıllıca bir iş olur. Türkiye’de bugünkü şartlarda yapılması mümkündür.
Bununla birlikte inşaat haricinde birçok makinenin de imalatına ihtiyaç duyulacaktır. Dolayısıyla söz konusu girişim, makine sanayimize de bir ivme kazandırır. Çok da isabetli olur. Keşke böyle bir proje gerçekleşmiş olsa.
Oldukça verimli bir röportaj oldu, teşekkür ederiz. Eklemek istediğiniz son cümleleri de alabilir miyiz?
Atatürk dönemindeki sanayileşmeyi ve kalkınmayı bugün için de örnek almak durumundayız. Bizim ihracatımız 150 milyar, ithalatımız 250 milyar dolar, hep açık vermekteyiz. İthalatımızın çok büyük bir kısmı yarı mamullerdir. Bunların hepsini Türkiye’de üretmemiz lazım. Borcumuz 2000’den bu yana 120 milyar dolardan 450 milyar dolara çıkmıştır. Milli gelirimizin çok büyük bir kısmı borçlanılmıştır. Hele bir de yap-işlet-devret gibi projelerde altına girdiğimiz döviz borcunu eklersek Türkiye’nin hali pek iyi görünmemektedir. Bu yüzden döviz sıkıntısı çekmekteyiz. Bizim en kısa sürede bir ekonomi atağına başlamamız gereklidir. Sanayileşmeyi ihmal ettik, bunu geliştirmek zorundayız.
Geçtiğimiz Ekim Ayı’nda Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle Sanayileşme İcra Komitesi kuruldu. Çok güzel bir kanun hazırlanmış. Ama şunu söyleyeyim, güzel kanunlar onu uygulayan insanlar nispetinde iyi neticeler verir. Biraz önce sizin söylediğiniz deprem yönetmeliğinde olduğu gibi. Eğer hakikaten sahasında iyi yetişmiş, bu alanı bilen liyakatli insanları buralara koymazsanız bu kanunlardan da hiçbir sonuç alamazsınız. Kanun yapmak tamamdır ama yetmez. Bizim partiden, bizim görüşten, bizim mahalleden gibi yaklaşımlar yanlış yaklaşımlardır. İnsanları bir yerlere koyarken meseleye bu açıdan bakmamak lazımdır.
Teknisite ekibine başarılar diliyor ve mühendis arkadaşlarımıza teşekkür ediyorum. Kalkınmada mühendislerimizin, mimarlarımızın, şehir ve bölge plancılarımızın rolü çok büyüktür. Bunu unutmamak lazım. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum.