Türkiye, enerji kaynakları bakımından ne yazık ki dışa bağlı bir ülke konumundadır. Tüketim miktarımızı karşılayabiliyor olsak da bu ihtiyacın kaynağını yerli üretimden sağlamadıkça sürdürülebilir bir modelden bahsetmemiz mümkün değildir. Teknisite Ekibi olarak toplumsal bütün ihtiyaçların, coğrafi anlamda karşılanabilirliği göz önünde bulundurularak yerli üretimle sağlanmasını savunuyoruz. Enerji anlamında da dışa bağlılığın sona erdirilmesi yönünde atılacak her türlü adımı destekliyoruz.
Türkiye’nin yerli enerji kaynağı sağlamak amacıyla giriştiği birçok proje, oldukça yetersiz olsa da günümüzde de devamlılığını sürdürmektedir. Bu yazıda özellikle üzerinde duracağımız santral, kuruluşunda yabancı şirkete ait olsa da daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin idaresine geçtiğinden ayrıca bir öneme sahiptir. Osmanlı’nın son dönemlerinde girişilen ve uzun yıllar tek başına İstanbul’un elektrik enerjisi ihtiyacını karşılayan Silahtarağa Elektrik Santrali üzerinde duracağız.
1- İlk Adımlar
Türkiye tarihinde yabancı kaynaklı da olsa enerji üretimi girişimi ilk kez 1888 yılında Haliç Tersanesi’nde kurulan elektrik fabrikasıyla sağlandı. Ancak bu girişim esaslı bir sonuç sağlayamayıp zamanla adını unutturdu. Daha sonra Mersin’de su kaynaklı bir üretimin gözlemleri yapıldı ve hidroelektrik yolla enerji üretiminin mümkün olduğuna kanaat getirildi. 1902 yılında Tarsus ilçesinde hidroelektrik santral hayata geçirilerek ilçenin sokakları aydınlatıldı. Hatta sokaklara ek olarak bölgenin ileri gelen iki isminden Yakup Efendi ve Müftüzade Sadık Paşa’nın evlerine de elektrik sağlandı. O dönem İstanbul’a bile elektrik gelmemişken bu iki konut, Türkiye Tarihi’nin elektriğe kavuşan ilk evleridir.
Yine aynı dönemlerde (19. yy.’ın son çeyreği diye kısıtlayabiliriz) Osmanlı Devleti’nin elektriğe kavuşmak hayali bazı küçük girişimlerle vücut bulmaya devam ediyordu. Ancak pek sonuç alınamıyordu. Özellikle sokakların aydınlatılması konusunda bu girişimler ön plana çıkıyordu. Elektrik enerjisi üretimine kadar kentlerin aydınlatılması ihtiyacı -ki bu kentler oldukça sınırlı sayıda- havagazı ile sağlanmaya çalışılıyordu. İşte Tarsus bu durumun değişmesinde pilot bölge oldu, diyebiliriz. İstanbul’da asayiş ve uygarlaşma gibi sebeplerden dolayı sokaklarda fenersiz yürümek yasaklanmışken Tarsus; elektrikle aydınlatılmış, modern sokaklara sahipti.
Osmanlı Devleti, Tarsus’tan da öncesini kapsayan bir zaman aralığında kentlerin aydınlatılması ihtiyacını gidermek için elektrik üretimi arayışındaydı. Bu amaçla devlet, özel şirketlere elektrik imtiyazları tanımaya başladı. Bilinen ilk imtiyaz; 1875 yılında bir Fransız şirketine verilen ve İstanbul’un Üsküdar Semti ile beraber Selanik, Edirne, Sinop, Konya, Tarsus, İzmir, Bursa’yı kapsayan 4-5 yıllık haklardı. Ancak bu sürede herhangi bir gelişme yaşanmadı. İmtiyazlar devam ettiyse de Tarsus girişimine kadar başarılı bir sonuç elde edilemedi.
2- İstanbul’a Doğru
İstanbul elektriğe aslında çok geç kavuştu, diyebiliriz. Kentin sokakları, zoraki kandillerle, havagazıyla aydınlatılmaya çalışılırken dünyanın birçok kenti çoktan elektrikle aydınlatılıyor, hatta artık üretim araçlarında elektrik daha yaygın bir şekilde değerlendiriliyordu.
II. Abdülhamid elektriğe duyduğu merakla şahsi kullanım amaçlı elektrikli araba ve elektrikli tekne siparişi verdiğinde ne yazık ki şehir hala elektrikle tanışmış değildi. Tabi şahsi üretimler, devlet harici küçük girişimler mevcuttu. Ancak bütün İstanbul’u aydınlatacak bir tesis henüz inşa edilmemişti. Ne yazık ki şartların olgunlaşmış olmasına rağmen II. Abdülhamid Dönemi’nde de bu girişimi göremedik. Elektrik Yüksek Mühendisi Birol Yılmaz, “Şehir Elektrik Dağıtım Şebekeleri Projeleri” adlı kitabında iktidarının son 8 yılında Abdülhamid’in İstanbul’a elektrik gelişini geciktirdiğini yazmaktadır.
Abdülhamid’den sonra tahta gelen Mehmed Reşad, 1910 yılında İstanbul’da kurulacak olan ilk elektrik santrali için ihale sürecini başlattı. İhaleyi elbette bir Türk şirketinin kazanmasını düşünemeyiz, çünkü o dönemlerde bu çapta bir yerli girişimden bahsetmek mümkün değildi. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sermayeli Ganz Electronic Company adlı şirket ihaleyi kazandı. Tesis, bugün Eyüpsultan’da Emniyet Mahallesi olarak bilinen adresiyle Haliç Bölgesi’nde açılacaktı. Bölge, III. Selim’in silahtarı olan Seyit Abdullah Ağa’nın geçmişte rol oynadığı yöre olması sebebiyle tesise Silahtarağa Elektrik Santrali ismi verilecekti.
1911 yılında aynı şirket yurtdışından aldığı destekle Osmanlı Anonim Elektrik Şirketi’ni kurarak devletin 50 yıllık elektrik üretim imtiyazına sahip oldu. Hidroelektrik santrali olarak planlanan girişim, etütler sonucunda İstanbul’un buna uygun su kaynağının bulunmaması gerekçesiyle termik santral olarak değerlendirildi ve 1914 yılında söz konusu santral hayata geçirildi.
3- Kaynak Taşımacılığı
1914 yılında Silahtarağa santrali ilk elektriğini İstanbul tramvayına ve Mehmed Reşad’ın ikamet etmekte olduğu Dolmabahçe Sarayı’na sağladı. Ancak aynı yıl şirket, santrali Belçikalı SOFINA adlı şirkete devretti. Esas hızlı atılımlar bu devir işleminden sonra görülmektedir.
Santralin hammadde ihtiyacı olan kömür, Türkiye’nin kömür deposu olarak bilinen Zonguldak’tan Şirket-i Hayriye’ye ait deniz yoluyla sağlanıyordu. Bu yol zahmetli ve ekonomik açıdan zorlayıcı olsa da kısa vadede başka bir çözüm görünmüyordu. Ama şirket bir yandan alternatif arayışındaydı. Savaş yılları olması sebebiyle Rusya 1915 yılında santrale gelmekte olan gemileri batırdı. Bu olay SOFINA şirketini başka bir arayışa mecbur bırakıyordu.
İstanbul’un kuzey kesimlerinde yer alan linyit ocaklarından az da olsa kömür sağlanabilirdi. Bu miktar, en azından o dönem için İstanbul’un elektrik ihtiyacına cevap verebilecek nitelikteydi. Kömürün santrale iletilmesi için demiryolu değerlendirildi. Bugün son derece ilkel sayılabilecek, ancak o dönem Birinci Dünya Savaşı’nda askeri amaçla bile değerlendirilen bir araç devreye sokuldu. Bu araç; Fransız bilim insanı Paul Decauville tarafından 1875’te icat edilen ve adını mucidinin soyisminden alan dekovildi. Makine, hayvan veya doğrudan insan gücüne bağlı bu vagonlar 40 ila 60 cm açıklıklı raylarda hizmet verebiliyordu. Dekoviller, yine aynı ocaklardan yakıtı temin edilen lokomotiflerin arkasına bağlandı ve Türkiye’nin ilk enerji kaynağı taşımacılığı da başlamış oldu.
Hattın yapım işi Ayastefanos Şimendifer Alayı ve Çorlu Amele Taburu’na verilmişti. Bu sebeple dönemin Harbiye Nazırı olan Enver Paşa, dekovil işiyle hem görevi gereği hem de özel olarak ilgilendi. Yani bu ilk hattın Enver Paşa temsilinde İttihat ve Terakki ürünü olduğunu söylemekte sakınca görmüyorum.
Başta sadece Ağaçlı’dan kaynak taşıyan hat, 1916 yılında Çiftalan’dan da destek almaya başladı. Kağıthane Deresi’nin batı kıyısı güzergahında kuzeye doğru yerleşen hat Kemerburgaz’da iki kola ayrılarak Ağaçlı ve Çiftalan’a yöneliyordu. Bu iki kaynak arasında da ayrıca destek amaçlı bir ring hat kurulmuştu. Toplam uzunluğu 62 kilometre olan hattın ilerlemesi için özellikle Kemerburgaz’dan sonra ayrılan engebeli yollarda çok sayıda ahşap köprüler inşa edildi ve bu yolla günlük ortalama 960 ton gibi yüksek bir taşıma yükü sağlandı. Girişim yabancı olsa da sırf bu yönüyle bile dönemin şartlarında oldukça büyük bir yatırım olarak değerlendirilmelidir.
Hat; dört istasyondan oluşturulmuştu. İlki; hattın yapılmasından sorumlu komutanlık merkez binasının bulunduğu Kağıthane İstasyonu idi. İkincisi; linyit ocaklarına ayrılan iki yolun birleşim noktası olan Kemerburgaz İstasyonu idi. Diğer iki istasyon da Ağaçlı ve Çiftalan’da bulunan hammadde istasyonlarıydı.
Yazının ikinci kısmını aşağıdaki bağlantıdan okuyabilirsiniz.